23 Ocak 2015 Cuma

Bir MUDER Yansıması: Under the Dark Sun [Tanıtım ve Röportaj]


Bu sefer herhangi bir çeviri veya balonlama çalışmamızla çıkmıyoruz karşınıza. Tanıtım derken basılmış bir seriyi de kastetmiyoruz. Veya gelecek projelerimizden biri de değil. Evet, bir proje bu fakat bize ait olmamasına rağmen öyleymişçesine sahiplenesi geliyor insanın. Bu bir MUDER yansıması, bu tuhaf ismi ise bilen biliyor, çok eskilerden beri takibe alınan bir isim ve onlar için bir devam filmi niteliğinde bu dönüşü. Bilmeyenler için (ki ben de bu proje ile tanıyıp neden öncesinde bilmiyordum diyenlerdenim) hem bir röportaj yapmak hem de bu değerli bulduğumuz projelerini tanıtarak çizgi roman severlere yaymak istedik. Öyle bir röportaj oldu ki bu, klasik, küt, odunsu duran sorularımızın karşısında bir dere gibi akan, hem dengesiz, hem dingin, bir anda heyecanlı, bir anda anlaşılmaz, yer yer felsefik, edebî yer yer ise sizi alıp başka yerlere götüren bir adam görüyorsunuz sizle konuşurmuşçasına yanıtlar veren. Sağ olsun bizi kırmayıp esasen İngilizce olan projenin #0. sayısının da Türkçe'ye çevirdi. Şahsen ben çok memnun oldum ve kendisiyle yaklaşık bir haftadır girdiğim diyalogdan çok keyif aldım. İlgi alanınız değilse bile en azından gelin, kafanızı şu yanıtlar içinde nasıl dağıldığına şahit olun ve stres atın, zira MUDER'in ilk seferi biraz çarpabiliyor :)

Keyifli okumalar
Ozanca

Öncelikle bu MUDER kimdir, nedir, yenilir mi, içilir mi, bilmeyene anlatılır mı?


Sonunu mutlu bağlardaki mi, yoksa biz uyurken gökyüzünü boyayan Mustafa hınzırı,  Muhammer Delibaşı veya Muhammed Dere’ye işte oradaki Mu’yla soyadındaki Der şeklinde mi, yoksa hepsi mi? Farkındayım, bütün bunların ötesinde berisinde, basit biri değilim. Halbüyse, uzatmaya yok lüzum, isterim ki, MUDER, mutlu eder. Ekonomi okur bankaya girmez, Bilişim okur bilişimle ilgili bir şirkete girip evlenip akşamları Survivor izleyip hafta sonu gelecek kaynatasını, davet edildiği misafirliğe ne götüreceğini düşünmez. Çünkü orada değildir zaten. Biliyorum, o gündelik, normal adam, ben değilim. Okulunu bitir, askere git, evlen çocuk yap. Çünkü başka ne ki... Milliyet Çocuk’dan yada Türkiye, Commodore, Amiga Dünyası, Rock Kazanı veya Laneth, 64’ler, Gameshow, vs vs mesela Limon’ken Leman veya Leman olduğunda bile... Pek çok yerde bana tuhaf gelerek ismi geçmiş, örneğin mektupları falan yayınlanmış yanıtlar, yerler verilmiş bir isim kendisine, MUDER diyen, sanırım çok çok eskilerden bugünlere. İki yıl önce sorsan, Barcelona’dan, Almeria’dan bir domates tarlasından veya Fransa’dan Lyon’dan mesela heylo diyebilirdim bir anda. Yada geçen yıl Amsterdam’dan, Brüksel’den. Elimde resimler var Strazburg’da Avrupa Parlamentosu’ndayız o gün yine, veya Lozan’da Cern’e giden otobüse koşarken. Hayır görev gibi ya da görevli değil, meraktan benimkisi. Başka bir şeyler peşindeyim. O şekilde işte, evimde oturamadım. Evlenmedim de, kimse artık kusuruma bakmasın. Pek çoklarının içinde üstünde yaşadığı bir dünyada da değilim. Nasıl değilim veya neden buralarından girdim konuya üzerinde konuşacağımız konuyla direk ilgili olduğu için bir yerinden başlamak istedim. Ben 1999 yılında, 368 sayfa böyle Gökhan Yören kafası gibi büyük kitap yazdım. Kalın anlamında değil, büyük yani bildiğin. O zamanlar internette kedi bile yoktu ama olduğu kadar işte, elde ne varsa. O kitabı, bir kış, ışıksız, karlar altında bir buçuk ay gibi bir sürede elektrikleri sürekli kesilen ve soğuk bir evde hiç evden çıkmadan, o zamana göre bile oldukça eski bilgisayarımla, 300 DPI tek tek sayfaları yaparak her şeyiyle grafiğini, tasarımını, konularını, neyi varsa kapağından en ufak içinde geçecek bir kelimenin nerede nasıl duracağına kadar kendim hazırlayarak yazdım. Halıyı dokuyan çocuğun kör olması gibi pek çok çalışmalarım oldu ama o kravatı takamadım. Ben kimsenin kusuruna bakmadım. Kimse de benim, onlardan farklı olduğum için bakmasın. Neyi nasıl giyeceğimi, arkadaşlarımı, okuduğum veya okuyup okumayacağım okulları, olmam gereken adamı, ne veya kim olacağımı, kendim seçtim, kendim yaptım ve işte MUDER diyorsan onu ben yarattım. Bir zamanlar ilkokulda evde yapılmak üzere elişi mi teknik bir şeyler mi böyle evde hazırlanıp gelinecek bir ödev vardı. Ev yapılacaktı mukavvadan, kartondan vs. Hani vardır ya bir şeyler öğretilir gösterilir çocuklara sınıfta da sonra işte haftaya da şunu yapın evde, getirin denir. Süre geçip gün geldiğinde, yanımdaki arkadaşımın, önümdekinin hemen herkesin muhteşem maketleri, evleri vardı. Şöyle söyleyeyim pek çok ülkeler gezdim öyle evler henüz görmedim. Herkesin her çocuğunki bambaşka bir Tac Mahal’di. Arsalı çiçekli bahçeli iki üç katlı bildiğin villa maketi şeklinde. Maket diyorum ama utanmasa havuzundaki suyla şezlongla falan getirecek çocuklar vardı. Artık anneleri mi babaları mı kim yardım ettiyse muhteşem renkler, özel renkli kalın kartonlar, boyalar şekiller hatta bir iki anne baba falan hatırlıyorum öyle abartmışlar ki çocuk getirememiş, taşıyamamış o kadar büyük evi, velileriyiz biz bu evin olarak getirmiş gelmiş sınıfa, ailece. Ben de kendimce uhuyla makasla falan bakkaldan ne bulduysam işte bir de Öğretmen Kırtasiye vardı, bana ilk kitaplarımı alan onun gibi öğretmen olan dedemin, ki Mustafa Kemal’in minik bir bebekken babaannesinin kucağında görüp isim babası olduğu, ismi Nuh olsun dediği, Daniel Defoe ile Jules Verne’le beni tanıştıran Nuh dedemin, arkadaşı, ondan bulduğum kartonla ama ince beyaz bayağı zorlanarak bir ev yapmıştım kendimce. Kendi kendime yani. Çocuk aklı işte. Bir de hiç unutmuyorum evin içinde ışık olsun diye lamba gibi bir şey kesip pencere diye çizdiğim yere yapıştırmıştım. Benim o yaptığım işe, şöyle söyleyeyim, gerçekten içinde bildiğin lamba olan düğmesine basınca ışığı yanan ev vardı o diğer arkadaşların evleri arasında. Çok iyi hatırlıyorum çünkü öyle ışıklı lambalı şeylere hep şaşırmışımdır. Hâlâ da öyle. Ne garip şeyler var, tarlanın toprağın üstüne asfalt diye yol yapıp araba diye üstünde gidip ben buradayken şimdi orada başka bir evde olmam gibi bir zaman sonra. Benim evimse, kenarlarından falan uhular taşan duvarları tam tabana oturmamış ve zorla dik bile duramayan, bozulmadan taşıyamadığım çatısı dahi yamuk yumuk, ipince kartondan yan tarafına falan kâğıtla desteklenmiş tamamen garabet bir şeydi. Hatta bir kaç çocuk, kızlar falan bir kendi evlerine bir benimkine bakmışlardı bayağı. Onların yaptıklarını, güzelliklerini öne çıkaran bir çalışmaydı benim yaptığım, o açıdan. Tiyatro gruplarım oldu benim, hatta yazdıklarım radyolarda falan da oynandı. Tiyatrocu, yazar, şair değilim. Çizer de tasarımcı yapımcı da, aslında bir yerde kendime bir şeyim diyorsam, sadece sorulduğu ya da çok mecbursam veya illa şu olsun diyorlarsa iki kelime bir şey atıp kaçmaya çalışanım. Arkadaşlarımın çevremdeki insanların yaptıklarından, çoğu da çok başarılı insanlar şükürler olsun, evlerinden evlenmelerinden, ailelerinden hemen hemen tüm yaptıklarından her zaman büyük gurur duydum. Ancak, bir açıdan onlardan biri olamadım. Ev falan demişken, başladım bitireyim, şu ev yaptım olmadı diyorum ya, o zaman beşli sistem vardı. Bilmiyorum şimdi nasıl. 1 zayıf, 5 pekiyi şeklinde. Göstermeye çekinmiştim aslında ama yine de sonlara doğru adımla çağrılınca kalkıp götürmek zorunda kaldım öğretmenin masasına. En nihayetinde her öğrencinin tek tek göstermesi ve not alması gerekiyordu. Kırık notlara alışık biri değildim ama diğer evler karşısında benim evimin, benim çalışmamın hiç şansı yoktu. Olamamıştı, hiç olmamıştı işte. An geldi, sen mi yaptın bunu dedi, gözlüklerinin üstünden, öğretmen. Evet, dedim. Ben yapmıştım soru muydu. Kim yardım etti dedi, soğuk bir tonda, aslında sıcak biriydi ama sanıyorum şaşırmıştı onca güzel büyük evlerden sonra, yarısı kopacak gibi duran pencereye yapıştırdığım lamba gibi sonradan ekleme kâğıda dokunarak. Öyle ya herkese biri yardım ediyordu her çocuğun bir şekilde bir olmadıysa şu yaptı diyebileceği vardı. Belki beni kurtarmaya çalışıyor diye düşündüm. Ama tabii, kimse dedim. Ben yaptım. Bunun gibi bir şey işte denediğim, yaptığım ve olduğum ne varsa. Bu Under the Dark Sun da o şekilde. Çok çok az ihtimalle fonlaması gerçekleşecek çok zor bir proje. Kendi emeğimle çalışmamla bir şey çıkmış da olsa ortaya, devamında çevremden veya herkesten katkısını bekleyemeyeceğim bir olay nihayetinde. Benim gibi olanlara düşünenlere veya bunun ne olduğunu gösterebileceğim kimselere de ulaşmam tek tek onları bulmam derdimi anlatmam, anlaşılmam da pek olası değil. En azından yaşadığım, gördüğümüz zaman içinde. Yine de enteresan bir gün ve zaman olduğu için unutmamışım, o yamuk yumuk evimle örnekledim şimdi burada da yeri gelmişken paylaşmak istedim. Onca güzel evler falan hani zorla taşıdıkları bile ve orada olan anne babaların içinde bile, 3’ler 4’ler vardı. Hepimizin elbette 3’leri 4’leri var. 2 bile almıştı birçok “eser”. İsterim ve isterdim ki herkes her zaman her şeyden 5 alsın pekiyi olsun, pek güzel olsun herkes için, her şey, övünür gibi de değil tabii asla, sadece, öyle biriyim işte ben. İsterim ki insanlar mutlu olsun, herkes için iyisini dilerim. Ama bizim hikâyenin sonunda, şaşırdığım, bunu şimdiye kadar kimseye söylemeyecek olan, sadece bir çocuk ve onun ışıksız evi, 5 aldı, pekiyi. Bendim o. Olmadığım olmamış neyim varsa ben yaptım. MUDER benim, ışıksız evlerde şaşırma peşindeyim.

Nasıl bir dünya burası? Under the Dark Sun'ın atmosferini nasıl tanımlarsınız?


Fütüristik, retro gibi sözcükler kullandık anlatmaya çalışırken her yerde. Steampunk elementler var, biraz euro-comic tarzına yakın işte şöyle mavi bir dünya, şurasında şu şekilde binalar var bunlar da elektrik kuleleri gibi bir takım tanımlamalar veya kullanılabilecek kalıplar aslında ipucu vermekle birlikte ne yazık ki olayın özünü tam yansıtamayacak ve yetersiz kalacak çabalar olacak söz konusu Kara Güneşin Altında’ki dünyaysa. Çünkü bu, bizim dünyamız. Şu an içinde bulunduğumuz durum bana göre. Alegori değil ya da Tolkien’e ırkçı diyenlerin bakış açısı„gibi ve kadar“ da değil. Orta dünya orası mı Moria hani madenlerde çalışmış, acaba onla bir ilgisi var mı veya Tom Bombadil kendisi miydi... Tabii ki. Ne gördüysen -artık Tolkien gümüş rengi ne görmüşse mesela, dikkat ettiysen öyle bir yaklaşımı olayı vardır. Bir sürü şey gümüş rengidir veya öyle değerli, ince- onu yansıtıyorsun. A MUDER Division, veya bir MUDER yansıması derken de kastım, onlarca fabrika açtık ampul florasan araba farı ürettik şimdi de tam yanmayan güneş yaptık buyurun gibi değil de, ardında bir MUDER var işte. Aslında bunu daha iyi anlamak, daha iyi görebilmek için onu bilmek ve tanımak gerekecek. Farkındayım. Ama olacak, adım adım, yavaş yavaş. Birden alıp seni beni içine koyamayacağımız için o atmosferin, yavaş yavaş gireceğiz işte böyle. Mecha pilotları, kurtadamlar, toplayıcılar, büyük geniş kadim ormanlar, okçular, savaşçılar, sirenler, kırık dökük duvarlarla korunmaya çalışılmış bütün bunların ortasında bir kasaba... Kimi binalar, ev gibi, kablolar falan da sarkmış, yarısı yerin toprağın altında kalmış, kimi üstünde. Bir kısmı çalışıyor bir kısmı tamamen yıkılmış ne olduğu belli değil. Sürekli bir alacakaranlık, değişmeyen bir aydınlık, daha doğrusu karanlık. Pus, sürekli... Havada yağan sis benzeri bir şey, hayat suyu dedikleri. Her şeyin üzerinde. Kar gibi ama ıslatmayan. Kolunun başının elinin üstünde hissedebileceğin yada görebileceğin bir „çiy“ gibi. Ama her yerde. Ve aynı hayat suyu, kuyulardan çekilen, silolarda saklanan, uzaktaki timsahların mutasyona uğramasına sebep gösterilen, her şeyi etkileyen ve ama ondan da „canlı“ ünite üretilen... Bizde uçan taytlı adamlar yok. Yada eli başı, kolları uzayan plastik kahramanlar. Derebaşı yaptık. Elimizde bu vardı. Nasıl bir atmosfer, nasıl bir dünya, dönmeyen ve insanların artık doğduklarının mı yoksa üretildiklerinin mi belli olmadığı, „melt“ denen bir eriyikle, karanlık enerji işleyen panellerle, ses dalgası kuleleriyle, kırmızı kan gözlü geyiklerle, kasabanın yanındaki kırık dökük büyük taş kalıntıların üzerindeki işaretlerle, diğer yanda dev bir robot elin yarısı toprağın altında bi çok başka gizemleriyle, dopdolu bir dünya.


Bizim dünyamız mı burası?


Amerika’yı kim keşfetti? Eğer Kolomb değilsen, „ahaha hey Kris, gelecek sefer Hindistan yerine Japonya’yı hedefle de Punta Cana’da çok güzel Spring Break varmış, oraya doğru açılalım“ gibi takılınmıyorsa, sonuçta kimin keşfettiğinin şu an seninle benim aramda çok da bir önemi yok. Bunun gibi bir şey tam da işte, bu bizim dünyamız mı... Dediğim gibi, evet. Ancak bir açıdan... Şu gördüğüm kule Eyfel Kulesi mi, veya Grönland bunun neresinde gibi bir şey değil elbette ama inanıyorum ki, bugün veya yarın, ne konuşacak olursak olalım, bunun içinde Kara Güneşin Altında, Under the Dark Sun ve dünyası, dünyamız da olsa, adına ne dersek veya neyi nasıl yorarsak, insanı insan yapanın geleceği veya geldiği nokta bu. Başta gördüğümüz, kırık dökük ve çoğu çalışmıyor da olsa, siren kulelerinden gelen siren sesleriyle hareket eden ve üzerlerinde aynı işareti, -bir elma aslında ama şu anki herhangi bir şirkete ve saire bir gönderme veya bildiğimiz „elma“lı herhangi bir markayla uzaktan yakından ilişkili değil tabii,- taşıyan „üniteler“ var. Eğitim alıyorlar, olabilecekleri birim için. Bir şeylere hizmet adına. Sorgulayan, soran ve merak eden biri ile başlıyor, anladığımız elinin üzerindeki işaretin „hatalı“ oluşundan, bir „glitch“ yani belki seri üretim içinde bir hata var. Eğer „üretimse“ tüm bu insanlar veya ne görüyorsak. Hepsini öğreneceğiz. Amerika’yı kim keşfetti diye söze başlamamın nedeni, bize bir isim veriliyor. Şu zaman şu oldu, dünyamız da böyle bir dünyadır, mesela şu okula gidersin ve şu kişi olursun gibi. En genel ve çok basite indirgeyerek gidiyorum. Veya bu paradır bu şöyle bir norm’dur bu bir değerdir gibi yüklemelerle geliyoruz hayata ve o hayatı yaşamaya çalışıyoruz. İşaretler var, simgeler, görünenler ve görünmeyen. Hani illuminati, taş ustaları, masonlar, 300’ler 500’ler meclisi, kapitalistler, şu güçler, şöyle büyükler, bu ülke veya isimler, dünyayı yönettiğine dair birilerinin veya her ne dersen de adına, en nihayetinde bana göre hepsi insanı insan yapan durumlardan kaynaklanıyor. Elbette senfoniler var, şiirler yazan, bilimle uğraşan da insan, ama salt bir iyilik kötülük savaş barış dışında da pek çok şey var arada kaynayan. Bizim dünyamız mı bu, Faruk Eczanesiiii gibi olmasın ama bütün bunlarla ne demek istediğimi umarım ki bu seri ile veya üzerine daha çok görüş bildirebileceğimiz bir ortam olabilirse, daha somut örneklerle anlatabilirim, tabii o zaman Punta Cana’da değilsem. Veya bir başkası pardon Kris sandım diye omzuma elleyip eğlememişse yolumdan.


Bu tarz bir şey daha önce yapıldı mı?


Bizim bir George Orwell vardı diye söze girermişim şimdi. Tabii ki yapılmıştır. Ancak ben yapmadım. Yani yine Tolkien’den gidersek... Elbette kendimi asla onunla karşılaştırılacak biri gibi göremem, çok mu seviyorum, tabii ki, ve böyle bir karşılaştırma doğal olarak mümkün değildir ve olmayacaktır da hiçbir zaman ancak sadece örnek verebilmek adına, aflara sığınarak, örneğin Tolkien’den de önce bir çok adına fantezi edebiyatı mı diyelim veya nasıl bir kategorizasyon yaparsak çok farklı eserler verilmiştir. Elbette eminim onunkine benzer şekilde hani inklings dedikleri bir grupları varmış, buluşurlarmış tartışırlarmış, C.S. Lewis’in de içinde olduğu, çoğu üniversite çevresinden akademisyenlerin. Ben akademisyen değilim. Inklings gibi bir grubum da yok. Ancak bazı eserler, kişiler, bazı „yansımalar“ vardır ki onların bir parçası veya sadece varlığı bile bambaşka başka şeylerin önünü açabilir.

Hikâye gelecekte mi geçiyor yoksa başka bir paralel evren veya kozmosta mı?


Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilik’inde devletin nasıl olması gerektiğine dair, adalet, refah, akıl gibi soyut kavramlar insanlar, insan niteliği üzerinden aktarılır. Ezop’la, La Fontaine’le, hatta La Fontaine’i Nazım Hikmet’in çevirilerinden “de” okuyarak büyümüş biriyim ben. Hani Ahmet Oğuz Saruhan ismiyle, 1949’de cezaevindeyken çevirmiş Nazım, Masallar’ını La Fontaine’in. 29 yıl boyunca Türkiye’de yayınlanmış, yayınlanabilmiş tek eseri olarak kalan. Bütün eserlerini okudum. O da vardı içinde. Bir başka tarafından keyif aldım. Bunları anlatmak veya paylaşmakta, Facebook’ta nasıl status update yapılır, bunu twitter’da nasıl anlatırsın pek bilemediğim için, böyle yollar seçiyorum belki. Bir çizgi roman serisinin altına imza atmaya çalışmak gibi. Çünkü iki-üç saniye, bir dakika, bir anda asansörde anlatılacak aktarılacak fikirler, olaylar değil bunlar. Dersem ki diyorsam ki bu, hikâye ve olaylar günümüzde geçiyor, fabl gibi, bir karga gelmiş, aa kuşa bak bunları söylüyor gibi algılanırsa diye çekiniyorum. Tam anlatamamaktan. Bana göre paralel evren yada başka bir dünya, gelecek veya geçmiş de olsa, bir şiirin bir dizesi, bir şarkı sözü, bizi etkileyen güzel bir söz veya bir jest, bir gülümseme gibi, içimizde ruhumuzda, bizde uyandırdığı, ortaya çıkardığı şeyler daha önemli. Geçen yıl Almeria’dan, İspanya’nın güneyinden Ekim ayının başında Viyana’ya Avusturya’ya dönerken arabayla, yaklaşık üç bin kilometrelik bir yoldur ve Almeria ile Antalya aşağı yukarı aynı paralelde, Viyana’ysa Avrupa’nın göbeği, Barcelona’da bir gece kaldım. Hatta maça falan gittik, hava hâlâ çok güzeldi. Sonra, Fransa, Schumacher’in kaza geçirdiği o dağların bir kısmı üzerinden, ki orada bir kere kaybolmuştum navigasyon falan da çalışmazken ve İsviçre üzerinden, en alt ucundan, Lozan falan tarafından en kuzeyine ve doğusuna baştan başa geçerek geldim. Yukarı çıktıkça kilometreler geçtikçe, aşağılarda 25-30 derece ve çok aydınlık güneşli olan, insanların şortla tshirt’le gezdiği hava soğumaya başladı. 20 derecelere, sonra yağmurla sisle daha da kararmaya, Zürih tarafında artık iyice kendini belli edip akşamın gecenin de etkisiyle 10 derecenin bile altına düşmeye başlamıştı. Viyana’ya girdiğimde, ki ormanlar falan arasından bir yerlerden geçerek geliyordum, şehir içine doğru, arabaların üzerinde çiy vardı, ilk dikkatimi çeken. Çok uzun süre geçmemişti ama yıllar önce Viyana havasında fark ettiğim sisin yağması durumu vardı. Yağmur gibidir. Çok soğuktur. Kar değildir. Islatmaz ama gündüz vakti alacakaranlık gibi insanın yüzüne yüzüne çarpar. Yağar o sis. Diyebilirsin ki çocukluğumda da gelip gidip gördüğüm, geçen yıl da mesela şaşırmadığım ama onca kilometre sonra arabamdan inince bir an durup Ankara’da yetişmiş olduğumu hatırlatan o sis, hani bizim de sisimiz vardır ama böyle değildir, belki benim „cezaevim“. Sevemediğim. Bazen insan ama biliyorum, nerede olursa olsun, üretiyor çeviriyor yansıyor, yansımalı. Belki işte, benim de Under the Dark Sun dediğim, eserim demeyelim de, bu çalışmam, bir gün gelecek böyle de bir şey varmış diye belki bir başka yerde daha geçecekse bir şekilde, itiraz edemeyiz, hikâye gelecekte geçecek ama kahramanlar şu an yazıldığından işte tam da burada, bunu şu an okuyan, seninle ben olacağız. Buna ister paralel de ister düz bağlanmış, ister sinüs ister kosinüs, ister geçmiş ister gelecek de. Aslolan onlarca binlerce belki milyonlarca karga varken, birinin sana söylediğidir. Çünkü hepsi konuşsa, hepsi de şimdi, seninle aynı zaman, evren hayatta da olsa, ve hepsi bir şey anlatsa, duyup anlayabileceğin senin onunla varoluşunla sınırlı. Ancak, paniğe gerek yok. Benden duymuş olma ama bu bu konuyla ilgili her şeyin başı da olabilir.

"Yeniçeri", "Okçu" ya da diğer ünitelerin genel yapısı nedir? Osmanlı İmparatorluğu ile bir bağları var mı?


Karga ustası, kurbağacı, şifacı gibi üniteler yanında, yeniçeri, okçu gibi üniteler de var, ve genel olarak bıyıklı, bizim Osmanlı’dan tanıyor olduğumuz insan tipine yakın bir görünüm var atmosferde. Buraya özel bir ayrıntı vereyim, Elma’nın da bunlarla bir ilgisi olduğu aslında. Hani o simge, her şeyin üstünde gördüğümüz. O da bu konuyla bağlantılı. Türkler Orta Asya’dan göç ederken, bozulan iklim koşullar falan diye konuşulur hani. Çocuklarına, çoğumuz gibi, gelecek nesillerine sunacak sağlıklı daha düzgün koşullara sahip bir ortam peşinde olmuşlar. Kızıl elma bunu simgelermiş. Toprağın içine kök salmış bir ağaç ve onun sağlıklı kırmızı elması, hani sağlıklı, parlak, çocuklar da yesin diye. Hatta Kanuni, Viyana kapılarına geldiğinde Habsburg hanedanına bir elçiyle altından bir elma göndermiş. Hediyemdir demiş. Ama almaya geleceğim. O elmanın Stephansdom var burada, Aziz Stephen’in Katedrali, Viyana’nın en merkezi yerinde, meydan içinde. Onun en yüksek kulesinin en tepesinde durduğu söylenir. Hatta üzerine de hac koymuşlarmış... Gel de al diye. Alamamış Türkler. Böyle olaylar veya durumlar veya efsaneler, sözler, anlatılar da var. Yeniçeri, okçu ve Osmanlı zamanı „asker“lere göndermeler de. Ancak, eğer bu üniteler üretiliyorsa bir güç veya sistemin kendisi tarafından, belki de geçmiş insan tarihinden bir kaç güçlü gen veya bu da bu şekilde olsun denilip seçilip ortaya sürülmüş de olabilirler. Ve hatta bu elma olayını tamamen ben uydurmuş da olabilirim. Öğrenmek isterseniz, kredi kartı bilgilerinize ihtiyacım olacak.


Kahramanımız başarıya ulaşabilecek mi?


Göreceğiz.

Gelecek konusunu işleyen çoğu çizgi romandan, macera hikâyesinden veya filmden farklı gibi gözüküyor.


Kırmızı taytlı uçan adam dünyayı kurtarırdan daha ötede olmalıyız diye düşünüyorum. Yani 1930’larda 40’larda bir öykü anlatan insan için röntgen gözlü uçan spandex adam, veya daha sonradan böceğin ısırdığı ergen çocuk, memeli zengin gibi karakterler enteresan olabilirdi. Olmuş da... Olaya bu tarafından bakarsak pek çok çizgi romanda, asla verilen emeği veya herhangi bir şekilde oluşturulan dünyayı, anlatılan hikayeleri bir karşılaştırma veya bir aşağılama, yergi gibi değil, sadece kişisel görüşüm olarak, ki hepsini okudum oradaydım ben öyle öyle bak gibi de alınmasın ama bana pek oradan öteye gidebilmiş gibi gelmiyor. İşin içinde ticari de hatta bazen siyasi de pek çok olay dönmüş dönmekte tabii ki. Ancak Under the Dark Sun, ticari kaygılar veya şöyle olmalı ki beğenilsin, ya da şundan da okuyucu keyif alır gibi bir minvalde düşünülmedi. Bunları merkez ya da hareket noktası olarak almadı. O açıdan belki bir miktar da farklı görünebilir, olabilir.


O hâlde bu çizgi romanın büyüklüğü hakkında kendinize güveniyorsunuz.


Bir yerinde adım geçen her işime güvendim. Çizgi veya roman gibi değil, kendimi biliyorum, benden istenirse, gösteririm.

Bize #0. ve #1. sayı için neler söyleyebilirsiniz? Neden bir #0. sayı var?


Sıfırıncı sayı, tanıtım sayısı, ücretsiz, alınıp okunmalık bakılmalık, tanımalık, hatta dağıtmalık eşe dosta dijital, Facebook vs üzerinden veya maille bile… hatta Türkçe 16 sayfa: www.underthedarksun.com/tr.pdfve, veya istenirse asıl orijinal 32 sayfa olarak, www.underthedarksun.com/zero.pdfaltından indirmelik...
Hiç haberi olmayan, hatta çizgi roman vs de okumayan hatta beni de tanımayan elbette onlarca yüzlerce milyonlarca insan var. İstedim ki bir tanıtım sayısı ile şöyle şu şekilde bir olayımız olacak denilsin. Eğer arzu ederseniz şeklinde insanlara ulaşılsın, bir teklif sunulsun. Indiegogo üzerindeki kampanya gibi, bir teklif. Fonlanırsa, destek ve istek olursa ancak, bir #1, yani 1. Sayı ve devamı olacak. Bir görülsün, beğenilirse olsun istedim. Sonuçta hemen 1. Sayı çıkıp 2. için pazarlama işine girelim haydi ilk sayıyı daha çok satalım gibi, veya klasik bir “çizgi roman çıkarma”, basma, yaratma olayı gibi bir şey değil bu. Kaldı ki benim hayatımı idame ettirdiğim veya bir gelir beklediğim bir iş veya durum da değil. Öyle olsaydı daha farklı yollar, ticari bir girişim olarak yaklaşılabilirdi. Elbette ilerisi için, talep gelirse planlanmış iki oyunu var Under the Dark Sun’ın. Bir Animasyon filmi var. Anlatmaya çalıştığımın daha somut, hatta daha farklı şekillerde eğlenceli, keyifli durumları, devamı var. Ama önce istek olmalı, yani biz bunu istiyoruz haydi anlat bakalım, yap, görelim denmeli, olsun bu demeli insanlar. Elbette benim için bir tek kişiye ulaşması veya sadece ortada böyle bir çalışma olmuş olması, hatta bu kadar bu noktaya gelebilmiş olması bile yeterince gurur verici bir durum olacaktır, olmuştur ancak fazlası için somut talep gelmeli.


Ulaşmak istediğiniz amaç nedir?


İlk etapta tabii ki Indiegogo kampanyasının fonlanması ve ilk sayının çıkarılabilip insanlara posta yoluyla hemen Mayıs 2015’de ulaşabilmesi. Ancak fonlama olmazsa dahi tabii ki isterim ki bir şekilde ilk sayı, sayılar çıksın. Geçen zaman içinde yapılan ise, anlatılan, anlatılmak istenenlere göre çok sevecek ve benimseyecek olan insanların varlığına inanıyorum. Ancak bir günde bir anda hepsine birden ulaşmak hem fiziken hem manen mümkün değil. Ama adım adım bir şeyler olacak bir yere gelecektir. Kısa vadede bu. Uzun vadedeyse, oyun çok önemli. Under the Dark Sun’ın oyununu istiyorum. Çok önemli fikirlerim var bununla ilgili. Ön çalışmalarını tamamladım, devamını getirebilirim ama önce bu adımların atılması ve dediğim gibi talep gerekiyor.

Under the Dark Sun için esas planınız nedir?


Haklarını satıp Punta Cana’ya yerleşmek dışında mı? Esas plan arkasında yatanları, fikri hak ettiği şekilde ortaya bir eser olarak, önce bir çizgi roman olur, daha sonra oyun olur, taşımak, sunmak, paylaşmak. Dediğim gibi spandex kahramanlarla veya dünyayı kurtaran adamlarla ilgili bir konu değil bu. Esas plana göre hayatın anlamına da ermeyeceğiz, ama bunun yapılmış olması gerek. Çünkü ilginç, sürprizlerle dolu, keyif veren ve çok etkileyici bir durum, baştan ayağa, düşünülecek olursa bu çalışma ve ortaya çıkış, sunum ve üzerinde taşıdığı anlamlar ile.

Hiç uçan insanlar, gizli büyücüler vesaire yok  diyorsunuz ama kurtadamlar, mecha pilotları gibi, bir anlamda „tanıdık yüzler“den bahsediyorsunuz, bu bir çelişki değil mi?


Uçan adamlar yok derken, tayt giymiyorlar. Giyen giysin isterse geyikli tayt giysin de gelsin ama savaş vesaire ortamları için onun ortama çok da uygun bir şey olduğuna inanmıyorum. Üstelik bisiklete karşı da değilim, bisiklet gibi arkadaşlarım da var. Ama savaşta yanımdaki adamın sırtında BMX, altında şort, gözünde bau-baulu sarı bisiklete binme gözlüğüyle değil de, adını bilmiyorum o gözlüklerin ama hani sinek gibi adamlar var zayıf taytlı işte böyle gözlüklü, onu diyorum işte, sağımda benimle birlikte yer alacak adamın o Berksan gibi değil de benim için savaşan bir kurtadam, Hasan olmasını veya arkamda kocaman bir mecha içindeki pilot olarak, Sedad gibi, d ile, bana daha fazla güven vermesini isterim. Onunla ilgili bir durum, uçan adamlar yok dediğim öyle bir şey. Sağlam savaşlar var bu arada ve takılıyorum tabii ki, Berksan diye de çok sağlam gözlüklü ve şişman arkadaşlarım var benim. Taytı çıkarıp lastiğiyle döver adamı.



İnsanlar size nasıl destek verebilir?


www.facebook.com/homeofmechaadresinden facebook üzerinden gelişmeleri izleyebilirler. Sadece izleyici olmayalım bir parçası da biz olalım, ben olayım denirse: http://igg.me/at/sirens/ adresinden kampanya sayfasına ulaşılabilir, 13 Mart 2105’e kadar aktif kampanya her türlü desteğe açık… Indiegogo’da siz girene kadar ne kadar fonlama olmuş, yüzde kaç fonlanmış çok önemli değil bu arada ona hiç bakmadan destekleyin. Çünkü bu arada tam fonlama olmazsa hedefe ulaşılamazsa herkese destekleri aynı şekilde Indiegogo üzerinden iade edilecek kampanya sonunda. Bir diğer şekilde fonlama elbette önemli ama bir yerde daha çok da kaç kişinin fonladığı somut destek verdiği de, hatta kaç kişinin o Indiegogo sayfasını ziyaret ettiği, oradan tweet veya facebook post‘ u paylaştığı vs hepsi çok önemli ayrı ayrı. Onun için herkesin her zaman her an her gün yapabileceği şeyler var bununla ilgili.
www.underthedarksun.com sayfası ziyaret edilebilir, Türkçe istenirse, www.karagunesinaltinda.com‘a bakılabilir. www.underthedarksun.com/zero.pdfindirilip okunabilir eşe dosta bu link twitter, facebook vs üzerinden veya maille dahi ulaştırılabilir. Türkçe isteniyorsa www.underthedarksun.com/tr.pdfindirilebilir. Yine ayni şekilde her biçimde bu linkler, adresler facebook’da, twitter’da veya birçok mecrada tanıtılabilir. Tweet’ler retweet’lenebilir konuyla ilgili geçen, timeline’larımızda davetkâr post’lar paylaşılabilir. Benim kişisel sitem var, www.muder.tv ve Türkçe bir şeyler istenirse www.muder.tv/turkceadresine bir bakılabilip yeni bir şeyler varsa onlardan bahsedilebilinir. Birimiz mesela akademisyen olduğu okulda QR kodlu poster istedi benden, asayım da insanlar baksın diye. Inklings yok, akademisyen değiliz falan dedim az önce ama her şekilde işte destek vermek bir yerinden olayın içinde yer almak isteyen insanlarımız var. Biz varız, bize katılın, bunun içinde yer alırsanız, alınırsa, talep edilirse, istenirse var olabilecek bir şey bu. Domates gibi bir şey değil. Daha önceden ne olduğu bilinmiyor, ne gibi bir durumda yenir, içilir, nasıl bir şey olduğu da. Onun için destek ve tanıtmak ve talep çok önemli.

Peki nasıl bir oyun olmasını planlıyorsunuz? Bir simülasyon dünyası mı, yeni bir dünyada hayatta kalma çabası mı, savaş ve çatışmalar mı yoksa başka bir şey mi?


Bununla ilgili ilk oyunun seksen yedi sayfalık ağır bir dökümanı var. Tasarımcılara, programcılara başucu kitabı, adımlar, neler olacak nasıl olacak şeklinde. Hatta taslaklar, çizimlerle, matematiksel olaylar, formüllerle bezeli uzun ve yoğun bir döküman. Oldukça ilginç bulunan iki oyun fikri var. Biri bu şekilde açıkladığım ve dökümanı gören insanlar tarafından çok olumlu algılanan. Diğeri ise biraz daha basit ama mesaja hitaben, tamamlayıcı nitelikte olan bir oyun. Bu ikisiyle ilgili sanıyorum çok daha geniş konuşmalıyız ancak şu an için bu kadarını söyleyebilirim en kabaca.



Peki hikâyemizde hiç kötü adam var mı? Kahraman kime veya neye karşı mücadele edecek?


Öncelikle sıfırıncı sayı, tanıtım sayısında tanıştığımız kahramanın, son tanıtım sayfasında yüzüne düşen büyük bir gölge görüyoruz. Yanındaki diğer ünitelerden de anladığımız üzre, bir karşılaşma, hali hazırda bir „savaş“ sahnesiyle başlıyoruz. Ne için, kiminle neye karşı, spoiler‘a girmesin ama çok hareketli sahnelerimiz ve beklenmedik olaylarla, karakterlerle örülü bir ağ var.

"Under the Dark Sun" için tüm seriyi içeren bir grafik roman çıkarma planınız var mı?


Elbette var. İleride, özellikle ilk sayılardan sonra, görebilirsek, olabilirse yani, bu yönde talep gelebilecek duruma getirebilmek için projeyi elimden geleni yapacağım.


"Dark Sun" başlığı, sürekli alacakaranlık olan bir dünya, karanlık ve mistik çizimlerle çok derin ve "kara" bir öykü mü beklemeliyiz? Yoksa mizaha, romantizme ilginç karakterlere veya bu tarz "aydınlık" katacak unsurlar da olacak mı?


Başlangıçta gördüğümüz mavimsi, soğuk bir dünya. Ama hemen ilk sayının kapağına bakacak olursak bir tarafta bizim mecha pilotunun mavimsi, soğuk yüzü, diğer tarafta ise çok sıcak ve kırmızı, ki bu rengi hemen hiç görmüyoruz o ana kadar, bir başka yüz var. Görünenin çok daha ötesinde karakterler ve olaylar var ve şu ana kadar görebildiğimiz sadece bir başlangıç.

Çizgi roman senaryosu bize bu alacakaranlık dünyada kimsenin bir şey sormadığını söylüyor. Bunun sebebi insanların soru sormaktan korkması mı yoksa daha büyük güçlerin kontrolü altında olması mı?


Korkunun ya da merağın farklı şekillerde yorumlanmış bir yerindeyiz Kara Güneşin Altında. Yani ne veya kim tarafından kontrol edilmesi veya yönlendirilmesi değil, korku ve merağın, neyin veya kimin neyi istediğine göre, tıpkı yumuşak çamura boyut kazandırmak gibi şekillenmesi önemli.

Taşlardaki (harabelerdeki) semboller biraz gizemli duruyor. Aynı şekilde birimlerin ellerinde gördüklerimiz de. Hikâyede bu semboller neyi ifade ediyor?


Bu, tamamen hemen şimdi burada ifade edebileceğimden büyük bir konu. Ama yine, görebildiklerimizden çok daha fazlası, özellikle yüzeyde görebildiklerimizden çok daha fazlasını bulacağımızı söyleyebilirim... ve tıpkı sorularını görerek tanıştığımız pilotumuzun merak ettikleri gibi bizim de merak edip yanıtlar almak için peşinden gideceğimiz sorular olacak…


Fikri beğenip fonlamaya destek vermek isteyenler için Indiegogo kampanya süreniz nedir?


13 Mart 2015’de sona eriyor kampanya. Banka soymak ev arkadaşını rehin bırakmak altın dişini satmak vs gibi planlar varsa ona göre yapılmalı.

Gerekli fonu sağlayabilmeniz hâlinde bitirilip yayınlanacak olan ilk sayıdan beklentileriniz neler?


Daha çok insana ulaşmak ve de en önemlisi ulaştığımız insanların bunu talep ettiklerini, istediklerini görebilmek. Amaç da beklenti de bu yönde... Bu arada yeri gelmişken, kolay bir şey değil bu. Ayakkabıcının ayakkabı sattığını biliriz veya roket mühendisinin bilimsel bir şeylerle uğraştığını. Hatta kendi içinde, bir çizgi roman sunulsa, hazır bir kitlesi vardır, bir kalıba öncesi ve sonrasına. Ancak böyle bir iş, bu oluş, bu durum, gerçekten zor. Belki de bu yüzden altında MUDER yazıyor. Hep bir gizemler, zorluklar. Yumurtacı yumurtasını satar. Benim beklentim, olaylarımsa bu şekilde. Ekseriyetle olmazlar içinde…

Indiegogo kampanyanız sadece çizgi roman için mi yoksa oyunu vesaireyi de kapsıyor mu?


Sadece ilk sayı için. Ama ilk sayının, ki sadece bin adet ve tek bir kez basılmasını istiyorum. Çünkü bir anlamı, değeri de olmalı bu açıdan. Sadece gerçekten talep eden ve değerini bilebilecek insanların elinde saklanacak bir sayı olmalı, onu layıkıyla ve posta ücretleri vs dâhil sahiplerine ulaştırmak ilk adım. Bu ilk adımı kapsıyor fonlama. Oyunların ilki için gereken miktar 800 binle 1 milyon dolar arasındaydı, belki 600 bine falan da mal edilebilinirdi. Hâlâ da öyle.

Sizin için şahsi olarak ne ifade ediyor?


Fonlanması, fonlanmaması, anlaşılması, anlaşılmaması, çizimler, konu, üniteler, Ankara’dan tanıdığım beraber büyüdüğümüz bir arkadaşımın tepkisi, İstanbul’dan beni Internet „benim memleket“den beri takip etmiş başka birinin veya Larry 7 yazısını üzerinden geçen 18 yıla rağmen hatırlayan birinin esprisi veya tüm bu görünenlerin ötesinde, kişisel olarak benim için, buraya kadar gelebilmesi bile, tanıtım sayfalarında da yer verdim, hani „flow“ diyorlar, akıntı gibi, akım gibi. Akıma kapılmak gibi değil de, hani big bang mi diyelim şöyle yaratıldı böyle tasarlandı mı kabul edelim, eğer evren sürekli genişliyorsa, diyelim ki isterse sayamayacağımız kadar çok paralel başka evrenler vs de olsa, olmasa da hani hep bir ileri doğru gittiğine inandığımız, ne hızlı geçiyor falan da dediğimiz zaman içinde, insan, bir olduğunda, yani o zamanla akıntıyla bir olduğunda, Einstein’ın da dediği hep örnek olarak gösterilir, ki ben denedim taşla, oluyor, hani elini bir taşın altına koyduğunda geçmeyen zamanın sevdiğin biriyle veya bir işle hemen geçmesi gibi, yani zamanla bir olmanın, bir jestin, gülümsemenin, sevdiğin birinin sana sarıldığındaki, yada senin ona, veya köpeğini severken, veya müzik yapabiliyorsan o müziğini yaparken, yazı yazmaktan keyif alıyorsan kendini öyle gerçekliyorsan onda, hatırlamak gibi, güzel bir şeyi, o anı, o olmak gibi, zamana zamanla bir çizgi atmak ve o çizginin sen olması gibi. Bilmek bu, farkında olmak. Yaratılmışsak da üretilmişsek de var edilmişsek de var olmuş olsak da, bütün bunların bir anlamı olsa da olmasa da, hepsi şans tesadüf dizayn veya maymundan tavşandan soba borusundan çıkıp gelmiş olsak veya bunların hiçbiri olmasa bile, burada olmakla ilgili, bu anı içinde barındıran „şimdi“ bir durum işte. Biz gittiğimizde, bir eser bırakmak gibi değil, yaşanmış anlar güzel hatıralar hey hep kalacak ne güzel gibi de değil, şu an, simdi burada olmak gibi. Bizler ister fakir ister zengin ister şucu ister kendimiz sucuk bile olsak, diyelim MUDER bile desek marka yapsak kendimizden MUDER Sucukları diye, bir süre sonra, ki onun bile nasıl bir görecelilik arz ettiğinin veya gözlemciye göre neyin nasıl yaşadığımız veya sandığımız an içinde değiştiğinden emin olamazken, kendimiz de dahil hemen her şey savrulurken bütün bunlar içinde,bir gün geldiğinde bu röportajda geçen bir şeyleri hatırlayacaksak, sanırım bildiğimizden o an orada, şimdi burada olduğumuzdan emin olabileceğimiz en temel şey de o olacaktır. Peki Larry de bizi görecek mi? Benim de bilmediğim şeyler var tabii...